21 Eylül 2025 Pazar

Göbeklitepe’de bir Japon

 Tarihin Küllerinden Doğan Hikâyeler

Son zamanlarda topraklarımızın derinliklerinden çıkan her bir eser bana şunu hissettiriyor: Biz aslında köklerimizin üstünde yaşıyoruz. Göbeklitepe’de gün yüzüne çıkarılan o insan heykeli, sadece taşın oyulmuş hali değil. Binlerce yıl öncesinden bize uzanan bir bakış, bir iz, bir ses adeta. Sanki tarihin üzerindeki tozlar biraz daha aralanıyor ve biz kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi yeniden hatırlıyoruz.



Bugün bu topraklarda yürürken sadece modern şehirlerin kaldırımlarında adım atmıyoruz; geçmişin ayak izlerinin üstünde dolaşıyoruz. Ve son zamanlarda ardı ardına bulunan eserler, bana şunu söylüyor: Biz sandığımızdan çok daha derin bir hikâyenin mirasçılarıyız. Göbeklitepe, Karahantepe, Nevali Çori… Her kazma darbesi, geçmişin fısıltılarını bugüne taşıyor.

Beni en çok etkileyen şey ise şu: Bu eserler yalnızca taş, toprak ya da heykel değil. Onlar, insanoğlunun hayallerinin, inançlarının, ellerinin emeği. Bir zamanlar göğe bakan, yaşamı sorgulayan, anlam arayan insanların sessiz ama çok güçlü birer tanığı. Bugün bizler, onların bıraktığı bu mirasa dokunuyoruz.

Belki de bu yüzden bu buluntular, sadece arkeoloji için değil, insanlık için de büyük bir önem taşıyor. Çünkü her yeni keşif, bize tarihin “yeniden yazıldığını” gösteriyor. Ve biz bu coğrafyada, bu yeniden yazılan hikâyenin tam ortasındayız.

Göbeklitepe’de ortaya çıkarılan insan heykeli, bana şunu düşündürüyor: Binlerce yıl önce yaşayan bir insan, kendi elleriyle yonttuğu bir taşı, geleceğe ses olsun diye bırakmış olabilir mi? Belki de o heykel, geçmişin bize selamıdır.

İşte bu yüzden, bu toprakların her köşesinde saklı duran tarih, bizim en büyük hazinemizdir. Yeter ki biz, o hazinenin değerini bilelim ve koruyalım. Çünkü tarih, sadece geçmişi değil, geleceğimizi de şekillendiren en güçlü öğretmenimizdir.

Göbeklitepe toprakları yine sessizliğini bozdu; tarihin gölgesinde uyuyan bir heykel gün yüzüne çıktı. Ve bu kez fark başka: Japonya Prensesi Akiko Mikasa’nın katıldığı törende, Turizm Bakanımızla birlikte bu buluntu kamuoyuna açıklandı. Prensesin yalnızca kültürel bir nezaket ziyareti değil; arkeolojiyle, geçmişle ve sembollerle örülmüş bir bağ olduğu hissi veren bir katılımı oldu bu tören. 


İşte tam burada zihnimde bir soru belirdi: Göbeklitepe halkının Japonya ile görünmeyen, sembolik – belki de kültürel – bir bağlantısı olabilir mi?

Semboller, İşaretler ve “Yazı”nın Doğuşu

Göbeklitepe’deki T biçimli dikilitaşlar üzerindeki figürler, hayvan motifleri, soyut semboller… Bunlar bir anlatının parçaları gibi görünür. Bazıları bu sembolleri “yazı”nın ilk aşamaları olarak görüyor. Örneğin “Göbeklitepe sembolizmi üzerine bir değerlendirme” başlıklı çalışmalar, bu sembollerin yazı sistemlerinden özellikle hiyeroglif ve çivi yazısı ile biçimsel ve işlevsel benzerlik taşıyabileceğini öne sürüyor. 


Yine “Göbeklitepe’de Hiyeroglif Yazı Başlamış mıydı?” adlı bir tez, iki tablet üzerinden sembollerin anlamlı sıralanışı, ideogram benzeri kullanımı ve şekilsel benzerlikleri tartışıyor. Ama şu da var: bilim dünyasında hâlâ kesin kanıt yok. Yazı mı, sembolik işaretler mi; fonetik bir sistem mi oluşmaya başlamış bir görsel dil mi, bunlar belirsiz. 

Japon Prensesi’nin Katılımının Anlamı


Prenses Akiko Mikasa’nın bizzat gelmesi ve bölgedeki neolitik eserlerle sembollerle ilgilenmesi, bu çalışmalara uluslararası bir merakın yansıması gibi. Kültür diplomasisinin sınırlarını, arkeolojinin sessiz dilini herkesin görebileceği bir sahneye taşıyor. Japonya, semboller ve tarihsel izler konusunda zengin bir kültürel mirasa sahip; hiyeroglif benzeri yazılar, çizimler, kutsal objeler… Belki Japon tarafı bu tür sembolik miraslarla empati kuruyor; belki de araştırmalarını bu yönle derinleştirmek niyetindedir.



Gerçekten Göbeklitepe halkı ile Japon kültürü arasında doğrudan bir tarihsel bağlantı mı var? Arkeolojik veriler ışığında bunun kanıtı yok. Ama sembolik düzeyde, simgesel anlamda kurguya açık bir zemin var gibi görünüyor:


  • Göbeklitepe’deki sembol dilinin biçimsel öğeleri, görsel olarak başka eski yazılı kültürlerle (Mısır hiyeroglifleri gibi) karşılaştırılıyor.  
  • Japon kültüründe ve Japonya’daki antik dönem eserlerinde de sembol, işaret, mit ve görselliğin güçlü bir yer tuttuğu biliniyor. Bu tür kültürler sembollerin gücünden beslenir; sembol diliyle şekillenen ritüeller, sanat formları vardır.
  • Prensesin katılımı, uluslararası ilginin artması demek; belki Japonya’daki akademik kurumlar, sembolik diller, erken yazı formları üzerine Göbeklitepe ile paralel çalışmalar yapmak isteyecek.

Benim düşüncem şudur: Bu tür semboller, insanlık tarihinde sadece yerel değil, aynı zamanda yaygın farkındalıkları da harekete geçiren araçlar. Göbeklitepe’de ortaya çıkan figürler, “bir şey anlatma isteği”nin, insanın en eski meraklarından biri olduğunun işaretleri. Japon Prensesi’nin katılımı, bu anlatının sınırlarının sadece coğrafya değil, kültürler, diller; semboller arası bir köprü kurabileceğini hatırlatıyor.

Belki ileride, bu sembollerle Japon kültüründeki işaretler arasında daha somut paralellikler kurulacak: şekil, motif, çizgilerle. Ama o zamana kadar hâlâ büyük bir gizem var. Ve bu gizem, Göbeklitepe’nin büyüsünün, bize sunduğu en değerli armağandır.


14 Eylül 2025 Pazar

Kurtlar vadisi : Puslu bir vadinin derinliklerine doğru


Kurtlar vadisi: “Puslu bir vadinin derinliklerine”

Kurtlar Vadisi… Türk televizyon tarihine damgasını vurmuş, adı geçtiğinde bile hâlâ bir neslin gözünde sisli bir perde aralayan o büyük yapım. Aslında dizi olmaktan çok öte; bir dönemin ruhunu, toplumun içindeki fırtınaları ve perde arkasındaki oyunları seyircinin zihnine kazıyan bir yolculuktu…



Vadinin kendine özgü bir havası vardı. İzleyici ekran karşısına geçtiğinde sadece bir hikâye izlemiyordu; karanlıkla aydınlığın, ihanetle sadakatin, devletle mafyanın, dostlukla düşmanlığın birbirine karıştığı puslu bir vadide dolaşıyordu. Her bölüm, bir sonraki adımı merakla bekleten, aynı zamanda insana kendi ülkesinin gerçeklerini düşündüren bir yapboz gibiydi.

Polat Alemdar karakteri, aslında yalnızca bir kahraman değil, bir simgeydi. İçinde taşıdığı çelişkilerle, sert bakışlarının ardındaki ince duygularla, dostlarına olan bağlılığıyla seyircinin gözünde bir “efsane” haline geldi. Onun yürüdüğü yol, güçle adalet arasındaki ince çizgiyi gösterirken, her adımı seyirciye şu soruyu sordurdu: “Adalet gerçekten kimin elinde?”

Kurtlar Vadisi’nin seyirciye bıraktığı en büyük etki, gerçek ile kurgu arasındaki sınırın bulanıklaşmasıydı. Diziyi izleyenler, bir sahnede derin devletin karanlık masasında oturuyor, bir sahnede vatan uğruna can veren kahramanların yanına düşüyordu. Bu sisli atmosfer, insanları yalnızca ekrana değil, ülkenin içinde bulunduğu siyasi ve toplumsal tartışmalara da çekti. Kimi zaman hayranlıkla, kimi zaman öfkeyle ama daima büyük bir merakla izlendi.

Vadinin puslu havasını asıl özel kılan şey, seyircinin zihninde bıraktığı o “görünmeyen eller” fikriydi. Kimin dost, kimin düşman olduğunu anlamak kolay değildi. Masanın başında oturanlar, sokakta gezenler, hatta en yakın dost görünenler bile bir hamlede yüzlerini değiştirebiliyordu. Bu atmosfer, günlük hayatımıza bile sirayet etti. İnsanlar ilişkilerini, dostluklarını, iş hayatlarını bazen vadiden öğrendikleri bakış açısıyla değerlendirdi.

Kurtlar Vadisi bir dizi olmanın ötesinde, bir dönemin aynasıydı. Toplumun bastırılmış korkularını, özlemlerini ve meraklarını ortaya döktü. Kimi için kahramanlık destanıydı, kimi için karanlık bir labirent… Ama her izleyici için ortak olan şey, vadinin hiç dağılmayan pusuydu.

Bugün dönüp bakınca şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Kurtlar Vadisi, izleyicisine sadece bir hikâye anlatmadı. Ona bir bakış açısı, bir şüphe duygusu, bir sorgulama alışkanlığı bıraktı. Ve belki de en önemlisi; vadinin o sisli havasında yürüyen herkes, kendine şu soruyu sordu: “Ben bu masada olsaydım, hangi tarafı seçerdim?”


12 Eylül 2025 Cuma

Her yasal şey helâl değildir...

Helal ile yasal arasında kalan vicdan

Alev Alatlı’nın “Her yasal şey helal değildir” cümlesiyle başlayan o sözü aslında 21. yüzyılın en büyük açmazlarından birini gözler önüne seriyor. Günümüzde kanun kitaplarına bakıldığında “yasal” olan çok şey görebiliyoruz. Ama yasal olanın her zaman hakka, adalete ve helale denk düşmediğini de hepimiz biliyoruz.

Bugün toplum olarak karşılaştığımız en büyük imtihanlardan biri, yasal olanla helal olanın aynı çizgide buluşmamasıdır. Bir başkasının hakkını yemek, kul hakkına girmek, kurnazlıkla kazanç sağlamak, hukuki açıdan sorun teşkil etmeyebilir. Ama vicdani ve ahlaki açıdan bakıldığında bunların hiçbirinin helalle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Çünkü helal, sadece yasal çerçeveye sığdırılabilecek dar bir tanım değil; insanın vicdanına, kalbine ve inancına dokunan geniş bir ölçüdür.

Bizim toplumumuzun en köklü değerlerinden biri “helal lokma” anlayışıdır. Helal kazanmak, helal yemek, helal yaşamak… Bu kavram sadece dini bir yükümlülük değil, aynı zamanda insani bir sorumluluktur. Helali gözetmeyen bir düzen, zamanla toplumsal adaleti de tüketir. Çünkü yasaların boşluklarını bulup kendine çıkar sağlayanlar, aslında toplumun vicdanında çoktan hükmünü yitirmiştir.

Belki de 21. yüzyılın en yaman projesi gerçekten de Alev Alatlı’nın söylediği gibi, helal olanla yasal olanı örtüştürmek olacaktır. Eğer yasalarımız hak ve helal duygusunu gözetirse, o zaman sadece düzen sağlanmaz; aynı zamanda güven, huzur ve adalet de toplumun mayası olur.

Bugün her birimize düşen görev, kendi hayatımızda bu dengeyi kurmaktır. Bir işin yasal olması, onun sorgusuz sualsiz doğru olduğunu göstermez. Asıl ölçü; vicdanımıza, inancımıza ve hak duygumuza uygun olup olmadığıdır.

Unutmayalım: Helal, sadece bir kelime değil; hayatı doğru yaşamanın, toplumu ayakta tutmanın en sağlam direğidir. Ve belki de geleceğimizin en büyük güvencesi, yasaların helal ile yeniden barışması olacaktır.

Hadi eyvallah…


15 Temmuz 2025 Salı

IShowSpeed Türkiye’deydi ve Biz Farkında Değildik

Dijital çağın tam ortasında yaşıyoruz. Artık haberler, duyurular, heyecanlar, hatta krizler bile bir TikTok videosuyla, bir YouTube canlı yayınıyla dünyaya yayılıyor. İnsanlar televizyonu terk etti, gazeteleri arşivlere gömdü, billboardlara yalnızca trafik sıkışınca bakıyor. Artık kameralar cepte, ekranlar avuçta, dünyayı yönetenler ise… izlenme rakamları.


Ve işte tam bu zamanda, dijital dünyanın en çılgın isimlerinden biri, IShowSpeed – namıdiğer Speed – sessiz sedasız Türkiye’ye geldi. Milyonlarca abonesi, anlık milyonlarca izleyicisi olan bu adam, bizim sokaklarımızda dolaştı. Simit yedi, Türk bayrağını omzuna aldı, bozkurt işareti yaptı, Galatasaray formasını giydi, Beşiktaş tribünlerinde taraftarla bağırdı, sokakta çocuklarla oyun oynadı… Ve biz sadece onu TikTok kırpıntılarından takip ettik. Çünkü bu ziyaret, olması gerektiği gibi karşılanmadı. Ne bir kurum, ne bir belediye, ne bir marka bu fırsatı görebildi.


Benim için bu ziyaret bir tatil değil, bir fırsattı. Hem de altın değerinde bir tanıtım, gönüllü bir PR kampanyasıydı. Ama biz, elimizdeki altını, kum gibi avucumuzdan akıttık.



Bakın, IShowSpeed sıradan bir turist değil. O bir medya. Evet, kendi başına bir medya organı. Canlı yayınlarını dünya çapında milyonlar izliyor. Dakikalar içinde gündem yaratabiliyor. Gittiği ülkelerin yemekleri trend oluyor, sokak isimleri arama motorlarında zirveye çıkıyor. Onun bir caddede yürürken canlı yayında çektiği bir kare, bir şehrin milyon dolarlık reklam kampanyasından daha etkili olabilir.


Düşünsenize, Boğaz’da bir kayıkta Türk kahvesi içse, arka planda martılar, fonda ney sesi… Belki de Kapalıçarşı’da bir halıcıyla pazarlık etse, ya da bir Türk berberinde tıraş olsa? Bunlar yalnızca içerik değil, kültürün ta kendisi. Tanıtımın en organik hali.


Ama biz bu adamı neredeyse fark etmeden ülkemizden uğurladık. Havaalanında bir “hoş geldin” yoktu, Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan bir davet yoktu, yerel yöneticilerden bir “gel seni Türk misafirperverliğiyle ağırlayalım” diyen çıkmadı. Oysa her biri tarihi birer fırsattı.


Biliyor musunuz, dünya dijitalleştiği kadar kişiselleşti de. İnsanlar artık reklama değil, insan hikâyelerine inanıyor. Influencer’ların önerileriyle seyahat rotaları çiziliyor. Eğer biz IShowSpeed’e İstanbul’u, İzmir’i, Kapadokya’yı doğru anlatabilseydik, onun bir dakikalık videosu yüz binlerce genç turistin bavul hazırlamasına sebep olabilirdi.


Ama olmadı. Belki farkında bile değildik.


Şimdi birileri çıkıp “aman canım ne olacak, bir Youtuber işte” diyebilir. Ama bu iş sadece bir Youtuber meselesi değil. Bu, çağın nabzını tutamama meselesi. Yeni neslin dikkatini okuyamama, değişen iletişim dillerini hâlâ billboardlara hapsetme meselesi.


IShowSpeed gibi figürler artık sadece içerik üretmiyor, dünya algısını şekillendiriyor. Biz ister ciddiye alalım, ister almayalım: gerçek bu.


Son olarak şunu da söyleyeyim; bu ziyaret her ne kadar “kaçırılmış fırsat” gibi görünse de, hâlâ geç değil. Belki bir dahaki sefer onu davet eden, ona ülkemizi rehberlik eden, onu Türk mutfağıyla tanıştıran kişi sen olursun, ben olurum, biz oluruz. Yeter ki bu defa kulaklarımızı değil, gözlerimizi dört açalım.

30 Mayıs 2025 Cuma

Herkesin Uğradığı Bir Durak Vardır

 “Herkesin Uğradığı Bir Durak Vardır”


Zaman dediğimiz şey, bazen bir durakta oturup beklerken geçer, bazen de birinin gözlerinde kaybolurken. Hayat bir tren gibidir, uğradığımız her durak bize bir şeyler bırakır: kimi zaman bir yüz, kimi zaman bir yara, kimi zaman da sadece sessizlik…



Bugün yine akşamüstüydü. Günün en gerçek saatleri. Ne gündüz kadar yapmacık, ne de gece kadar sahte umutlar yüklü. Gökyüzüne bakarken düşündüm: Biz ne ara bu kadar sustuk? Ne ara içimizdeki çocuk büyüyüp yerine yorgun bir adam koyduk?


Bir zamanlar hayalleri olan çocuklardık biz. Gözlerimizde ateş vardı. Büyüyünce ne olacağımızdan çok, nereye gideceğimizi hayal ederdik. “Machu Picchu’ya gitmek istiyorum” derdim mesela, kimse anlamazdı. Belki hâlâ anlamıyorlar. Olsun. Anlatmak için değil, yaşamak için yaşıyoruz artık.


Geçen gün bir dostla oturdum, çay içtik. Sessizliği dinledik. Bazen sözlerden daha çok şey anlatıyor sessizlik. O an fark ettim, bu siteyi kurarken neyi hedeflediğimi… İnsanlar okusun, anlamasın belki ama hissetsin istedim. Çünkü bazı şeyler anlatılmaz. Yaşanır. Hissedilir. Kalpte bir iz bırakır.


Yazmak benim için bir tür yolculuk. Dışarıdan bakınca belki sıradan cümleler. Ama içimde biriken ne varsa, hepsi bu satırlarda saklı. Kimi zaman öfke, kimi zaman özlem, kimi zaman da yarım kalmış bir gülüş.


Eğer bu yazıyı okuyan biriysen, bilin ki bu bir tesadüf değil. Sen de o duraklardan birinde durmuşsun. Belki senin de sırtında görünmeyen yüklerin var. Belki sen de gece olduğunda kendinle baş başa kalıyorsun. Ve belki, bu satırlarda kendi yansımana rastlıyorsun.


Burası naimguner.com. Burası bir adamın, yorgun ama hâlâ umudu olan bir adamın yolculuk notları. Her yazı bir durak. Her cümle bir nefes. Ve sen… Sen de artık bu yolculuğun bir parçasısın.


Hoş geldin…

29 Mart 2025 Cumartesi

Ben Bu Cihana Sığmazam

Ben Bu Cihana Sığmazam – Fuzûlî


Ben bu cihana sığmazam, cevher-i lâ-mekân benem,

Kevn ü mekân harîcinde, bir mekânı nihân benem.


Cism ü cihândan el yudum, kevn ü mekândan üz çevirdim,

Kahr u sitemle yoğruldum, bir şarâb-ı revân benem.


Sığmazam âleme sığmaz, akl u hayâle gelmezem,

Hakk’a tecellîhânedür âyîne-i cihân benem.


Aşkıma hiçbir şey yetmez, hâlimi hiç kimse bilmez,

Sırlara mazhar olanım, bir mücevher-i kân benem.


Kimse benimle baş çıkmaz, sırlarıma erişmez,

Ben bu cihana sığmazam, aşk ile mest ü hân benem.




Türkçeye Çevirisi


Ben bu dünyaya sığmam, mekândan bağımsız bir özüm,

Zamanın ve mekânın dışında, gizli bir mekânım var.


Beden ve dünyayı terk ettim, varlık âlemine sırt çevirdim,

Acı ve çileyle yoğruldum, akan bir şarap gibiyim.


Ne dünyaya ne hayale sığarım, akıl beni kavrayamaz,

Ben, Tanrı’nın tecelli ettiği bir aynayım, dünya da benim yansımamdır.


Aşkıma hiçbir şey yetmez, hâlimi kimse bilemez,

Gizli sırlara erişmiş bir cevherim.


Kimse benimle yarışamaz, sırlarıma erişemez,

Ben bu dünyaya sığmam, aşk ile sarhoş olmuş bir divaneyim.




Fuzûlî Hakkında Kısa Bilgi


Fuzûlî (1483-1556), Azerbaycan sahasında yetişmiş en büyük divan şairlerinden biridir. Asıl adı Mehmed bin Süleyman’dır. Osmanlı, Safevi ve Akkoyunlu devletleri döneminde yaşamış; Azeri Türkçesi, Arapça ve Farsça dillerinde eserler vermiştir. Aşk, ilahi aşk, tasavvuf ve insanın iç dünyasına dair derin duygular içeren şiirleriyle tanınır. “Leylâ ve Mecnun” adlı mesnevisi en meşhur eserlerindendir. Şiirlerinde genellikle aşkın acısı, insanın varoluşsal sıkıntıları ve ilahi aşkın büyüklüğünü işler.




Şiirin Açıklaması


Bu şiirde Fuzûlî, ilahi aşkla dolu bir ruh hâlini anlatıyor.

“Ben bu cihana sığmazam, cevher-i lâ-mekân benem,

Kevn ü mekân harîcinde, bir mekânı nihân benem.”

Şair, kendisini sıradan bir varlık olarak değil, maddi dünyaya sığmayan, mekânın ve zamanın ötesinde bir öz olarak görüyor. Bu tasavvufi bir yaklaşımdır; çünkü mutasavvıflara göre insanın ruhu, Allah’tan geldiği için dünyaya sığmaz ve asıl mekânı, Allah’ın huzurudur.

“Cism ü cihândan el yudum, kevn ü mekândan üz çevirdim,

Kahr u sitemle yoğruldum, bir şarâb-ı revân benem.”

Şair, maddi varlığını terk ettiğini, dünyanın geçici şeylerine yüz çevirdiğini söylüyor. Yaşadığı sıkıntılar ve çileler, onu olgunlaştırmış, adeta bir şarap gibi demlenmiş bir hâle getirmiştir. Buradaki “şarap” ifadesi, tasavvufta mecazi bir anlam taşır ve ilahi aşkın coşkusunu temsil eder.

“Sığmazam âleme sığmaz, akl u hayâle gelmezem,

Hakk’a tecellîhânedür âyîne-i cihân benem.”

Burada, kendisinin sadece bedensel bir varlık olmadığını, aklın ve hayalin bile kavrayamayacağı kadar büyük bir aşk ve ruh hâline sahip olduğunu söylüyor. Kendisini, Tanrı’nın ışığını yansıtan bir ayna olarak görüyor.

“Aşkıma hiçbir şey yetmez, hâlimi hiç kimse bilmez,

Sırlara mazhar olanım, bir mücevher-i kân benem.”

Fuzûlî’nin aşkı öylesine büyük ki, maddi dünyadaki hiçbir şey ona yetmiyor. İlahi aşkın sırrına ermiş biri olarak, kendisini değerli bir cevher gibi görüyor.

“Kimse benimle baş çıkmaz, sırlarıma erişmez,

Ben bu cihana sığmazam, aşk ile mest ü hân benem.”

Son beyitte, kimsenin onun aşk yolundaki hâlini anlayamayacağını ve sırlarına vakıf olamayacağını ifade ediyor. İlahi aşkla sarhoş olmuş ve kendini tamamen bu aşka adamış bir derviş gibidir.

Bu şiir, Fuzûlî’nin tasavvufi düşüncesini ve ilahi aşk karşısındaki kendini bulma sürecini anlatıyor. Şair, dünyaya ve onun maddi varlıklarına sığmadığını, ruhunun Allah’a ait olduğunu dile getiriyor. Onun için aşk, insanın en yüksek mertebeye ulaşmasını sağlayan bir araçtır ve bu aşk öylesine büyüktür ki akıl ve hayal dahi onu tam anlamıyla kavrayamaz.


Şiir, tasavvufun temel ilkelerinden biri olan “fenâ fillâh” yani “Allah’ta yok olma” fikrini işliyor. Şair, kendi benliğini tamamen aşk içinde eriterek, Allah’ın varlığında bir hiç olduğunu vurguluyor.


Hadi eyvallah…